Ben bu tartışmayı başından beri izliyorum, gülünç buluyorum ve ilgimi çeken iki ifade biçimi var:

1. “doğal bir durum oluş” ve “doğal bir durum olmayış” olayı ve

2. “canon firmasının resmin bütününe gevşek ve büyük bir pattern döşemesi ya da onun karşısında sıkışık ve minik patternler” olayı…

1984 yılında fakültede fotoğraf derslerimizin olduğunu duyduğumda çok sevinmiştim. Hocamızın “herkesin bir makinesi olacak” demesiyle memleketten babamın Lübitel’ini getirmem bir olmuştu. Siyah/Beyaz çekiyor, banyosunu yapıyor ve basıyorduk. Bizim için o zamanlar fotoğraf, gümüş iyodür parçacıklarının kararmasından ibaret büyülü bir siyah/beyaz dünyaydı.

Ama bu büyülü dünya benim açımdan pek uzun sürmedi. Refleks bir makine almıştım (Zenith) ve renkli çekmeye başlamıştım. Artık büyülü dünya agfa’nın çiğ, fuji’nin yeşil/mavi ve kodak’ın turuncu/sarı dünyasından geçmeye başlamıştı.

İşte tam bu sırada okuduğum bir kitapta şu anlatılıyordu: “SB fotoğraf renkliye göre daha gerçektir. (buradaki ‘gerçektir’ kavramına dikkatinizi çekerim). Çünkü renkli fotoğraf süreci SB’a göre gerçeklik ile onun izi arasına daha fazla kimyasal işlem yerleştirir!” Bu mantık, teknolojik bir aygıtla gerçeklik arasındaki dolaysızlık miktarına dayanır, ki sakat bir mantıktır.

Peki bu ‘yerleştirme’ işlemini kim yapıyor? İşte bu sorunun yanıtını da tam olarak Vilem Flusser’in “Bir Fotoğraf Felsefesine Doğru” kitabından edindim. Bu kitabı fotoğrafla ilgilenen tüm arkadaşlara kesinlikle tavsiye ederim. Kitapta Flusser aslında her makinenin, her filmin, her baskı teknolojisinin, kısaca tüm fotoğraf sürecinin içerisine önce üretici firmaların, sonra o firmaları denetleyen kurumların ve son olarak da o kurumların bağlı bulundukları bakanlıkların ideolojilerinin yerleştirildiğini iddia ediyordu. Her fotoğraf olgusunun içerisine işlemler mekanizması yerleştiriliyor ve bu yerleştirme işlemi 19. yy’da iktidarını perçinleyen burjuva sınıfının -emrac’ın da sık sık dile getirdiği- yüksek beklentilerince karşılanıyordu. Yani en basitinden “Siz düğmeye basın, gerisini biz hallederiz!” sloganı, sandığımız kadar masum değildi. Modern dünyada burjuvazinin kendini en iyi ifade ettiği fotoğraf ve sinema araçları daha başından itibaren ‘doğal bir durum’u yansıtmamıştı. Hatta daha öncesine de giderseniz fotoğrafı Nicéphore Niépce’nin resimle uğraşan beceriksiz oğluna ve daha sonra da fotoğrafın gündelik kullanımına izin veren askeriyeye borçluyuz  18. yy’dan 20. yy’a kadar neredeyse tüm teknolojik buluşlar önce askeri amaçla kullanılmıştır. Lumiere kardeşlerin sinema makinesi, ancak savaş meydanlarından sonra insanlığın ortak kullanımına sunulmuştur. İnternet teknolojisi de bunun güzel bir örneğidir.

80’lerde fotoğraf üzerine yaptığımız bu tartışmalarda “fotoğrafik gerçekliği” “gerçek gerçeklikle” karşılaştırma aymazlığımızın sebebi, o zamanlar hala “1. doğa” dediğimiz bir şeyin var olduğunu sanmamızdı. Eh ne de olsa hala analog bir dünyada yaşıyorduk, toprağı köylüler ekiyordu ve milyonlarca işçinin çalıştığı fabrikalar vardı, dünyaya yabancılaşıyorduk, vb. Ama ne yazık ki emrac’ın tartıştığı konu o zaman için bile anlamsızdır.

Kısaca, sunilik bu teknolojilerin doğasında vardır. Suni olan, fotoğraf makinasının ‘doğal’ durumudur ve ‘gerçeklik düzlemi’, üretici firmaların işletim sistemlerinden, programlarından geçer.

“Doğal olan durum”, makinenin sunduğu gerçeklik düzlemine döşenen ‘pattern’in GÖRÜNMESİDİR (SB fotoğrafın gerçekliği). Doğal olmayan durum ise bu pattern’in ikinci, üçüncü, vb. işlemlerden sonra onun sıkışıklaştırılması ve minikleştirilmesidir (Renkli fotoğraf örneği). Herhangi bir makinanın bile söz konusu ikincil, üçüncül işlemleri kendilerine entegre edilmiş bulunmakta iken (iso, long exp. noise reduction, high iso speed noise reduction, auto lighting optimizer, vb.) emrac, bu işlemler seçilmeden çekilen sonucun ‘saf’ ya da ‘doğal’ olduğu / olması gerektiği yanılgısını taşıyor. (oysa canon firması pek ala bu dijital grenleri sıkılaştırıcı bir formül bulabilirdi. Bunu yapmaması gayet yerinde bir karar)

16. yy’da ahşap gravür (ahşap baskı değil) diye bir teknoloji vardı. Sanatçıları -kendi etik değerleri gereğince- basılı bir yapıtlarını sattıklarında kalıbını da çizerek yok ederlerdi. Bu teknoloji en güzel çağlarını yaşarken matbaa çıka geldi ansızın. Ve ahşap gravür birden tarih sahnesinde yok oldu. Kalem çıktı ortaya hokka yok oldu; daktilo çıkageldi, kalem yok oldu; klavye çıkageldi, daktilo yok oldu, sesleri dijital ortamda harflere dönüştüren sistem yaygınlaştığında da klavyeler yok olacak. Ama dikkat ederseniz her yokoluşta da “Ah, o eski domateslerin tadı artık yok!” dedik, ama gene de yedik. Artık ne 1. doğa üzerinde yaşıyoruz, ne de dünyamız analog… Bırakın artık bu Platonist yaklaşımları, makinadan müdahale edilmeden çıkan saf görüntüyle ilk domateslerin tadını karşılaştırmayı! Bırakın artık satılmış fotolarınızın negatiflerini yakmayı, telif haklarını! Müdahale edebildiğiniz kadar edin, bir değil 50 işlemden geçirin görüntülerinizi! Yeter ki kolektif bir imgeye ulaşarak onu insanlığa yararlı bir görüntüye dönüştürünceye, ve onu dağıtabildiğiniz kadar dağıtıncaya kadar!

Gren güzeldir…