Değerli dostlarım,
toplumcu gerçekçi fotoğrafçılığın ülkemizdeki önemli isimlerinden Mehmet Özer ile geçen haftalarda yapmış olduğum röportaj dün (22 Aralık 2013) soL gazetesi Pazar ekinde yayınlandı.
Bu röportajı bu köşemizde de paylaşmak istedim. Özellikle belgesel ve toplumcu gerçekçi belgesel ile ilgilenenler için ilgi çekici olabilir.
Mehmet ÖZER (Fotoğraf, Ahmet YEŞİL)
Mehmet Özer, 1961 yılında Artvin’de doğdu. Rize’de büyüdü. 1978 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi’ne girdi. 12 Eylül darbesi eğitimini de sekteye uğrattı.
Bir süre hapis yattı ve 1986 yılında mezun oldu. Küçük yaşlarındayken, Rize Sigorta Hastanesinde çalışan Rus göçmeni bir bahçıvanın kendisine hediye ettiği Jupiter marka fotoğraf makinesi onun fotoğraf ve fotoğrafçılığa ilk adımı oldu.
Öğrencilik yıllarında eğlence ve biraz da harçlık çıkarmak amacıyla kullandığı fotoğraf makinesi 12 Eylül faşizminin yurdu esir aldığı seksenli yılların başından itibaren kavgasının en büyük silahı oldu.
Mehmet Özer, o zamandan başlayarak günümüze kadar iktidarların, emperyalizmin, gericiliğin baskısı altında ezilen her sınıfın içerisine fotoğraf makinesiyle girdi. Acıları, adaletsizlikleri fotoğrafladı.
Fotoğraflamakla kalmadı devamında mazlumdan yana elinden gelen her şeyi yaptı. Emekçilerden, barınma hakkını savunan gecekondu sakinlerine kadar her kesimin yanında oldu.
Kimi zaman soruşturmalara uğradı, işkenceler gördü, kimi zaman aç kaldı ama fotoğrafın insani boyutundan ve dönüştürücü işlevinden asla taviz vermedi.
Bu gün, aynı zamanda atölyesi öğrencisi olmaktan da gurur duyduğum Mehmet Özer’le sanat felsefesinin ana fikri olan Toplumcu Gerçekçi Belgesel Fotoğraf’ı, yaptıklarını, projelerini ve elbette hayata bakışını konuşacağız.
Fotoğraf ne zaman sizin için bir kavga aracına dönüştü?
12 Eylül faşizminin ülkeyi esir aldığı bir dönem. Cezaevinden çıktıktan sonra kendime “Ne yapmalıyım?” sorusunu sordum. Kimileri gibi ülkeyi terk edebilirdim. Ama bu doğru da gelmiyordu; arkadaşlarımın bir kısmı,
ceza evlerinde, kimisi kayıp, kimisi öldürülmüş vesaire, hayat ve mücadele bu topraklardayken gitmeyi-pes etmeyi içime sindiremedim. Çünkü bize öğretilen bir şey vardı: Boyun eğmemek, vaz geçmemek ve direnmek.
Bir diğer seçeneğim gidip başka bir kardeş halk için savaşmak olabilirdi ki o zaman en iyi seçim bu görünüyordu.
Ülkemizde de faşizme karşı mücadele etmek gerekmiyor muydu, kalıp mücadele etmek yerine gidip başka bir kardeş halk için mücadele sözünüzü biraz açar mısınız?
Burada yaşamak ve kendini var etmek olanakları yoktu. Ya sistemin istediği gibi ona biat edeceksin; ilkelerinden taviz vereceksin, kendin olmaktan vazgeçeceksin ya da intihar edeceksin!
12 Eylül süreci; örgütler dağıtılmış,
sendikalar yok, kitabın yok, müziğin yok, yoldaşların yok. Her gün taciz, polis dayağı, tanıdıkların sana yüz çeviriyor, insanlar korku içerisinde ve daha sayısız sıkıntı.
O dönemle birlikte inancınız da mı yok oldu?
Hayır, ama kendimi yeniden var edecek olanaklarım o dönem elimden almıştı. Ne yapacaktım ki? Ya kaçacaktım, ya düzen içerisinde çürüyen bir adam olacaktım ya da intihar edecektim.
Hepsini reddettim ve kardeş halk Filistin için savaşmaya karar verdim. Bizde Filistin devrimciliğinin izleri vardır. Bu Denizler’den gelen bir enternasyonalist bir ruhtur.
İspanya devriminden beri gelen enternasyonalist ruhun bir ayağıdır da Filistin. Bu gün de Rojova’da olduğu gibi. Bu 84-85 yıllarıydı.
Sanrım bir iki yıl düşünce ve kendinizi oluşturma süreciniz olmuş, ne oldu sonra? Gitmediniz çünkü.
Benim için en kötü zamanlardı, yalnızlaşmıştım. Sosyalist olduğunu bilen insanlar sana kapılarını kapatıyor. İş bulamıyorsun, onlar için mücadele ettiğin insanlar bile sana sırt çeviriyor.
Diğer yandan bizi biz yapan her şey elimizden alınmıştı. Yoldaşlık ilişkileri, öğrenciler, bayraklar, şarkılar, örgütler, her şey elimizden alınmış. Latin Amerika devrimcileri arasında bir söz vardır:
"Savaşırken yalnızca savaşanlar, savaşta kahraman, barışta serseri olurlar” diye. Bizi savaştıran olanakları elimizden alan sistem bizi serseri etmek istiyordu ki ben bunu da tercih etmedim.
Lafı uzatmayayım, tam gitmeye hazırlandığım dönemde hayatıma üç şey girdi. Dergilerin arasında fotoğraf adına bir söz, “iyi bir görüntü, binlerce sözcüğün anlatamadığını anlatır”.
Bu gün fotoğrafçılar çok kullanır bu sözü. Bu söz içime yer etti. Günlerce bu sözün üzerine düşündüm. Diğer bir önemli olay Metin Demirtaş’ın “Umutsuzluk Yasak” isimli şiiriydi.
Bir de Ayla ile tanıştım, şu an eşim. Yani bir söz, bir şiir ve bir kadın hayatımı değiştirdi. Konuşmak istiyordum ve artık fotoğrafla konuşacaktım. Umutsuzluk yasaktı çünkü benim gibi insanlar bu ülkede vardı ve ayrıca elimden tutan bir kadın da vardı.
O yıllarda benim gibi düşünen insanların çoğaldığını gördüm. 86-87’de öğrenciler konuşmaya, 89’da sendikalar harekete geçmeye başladı. Ben de hep onlarla oldum,
kendim gibi düşünen insanlarlaydım ve mücadelelerini fotoğrafladım. AFOG (Ankara Amatör Fotoğrafçılık Grubu) ile birçok mücadeleyi-sendika direnişlerini fotoğrafladık.
Demek ki yalnız değilmişsiniz. AFOG bugünkü toplumcu gerçekçi belgesel fotoğraf atölyesinin bir nevi ön hazırlığı mı oldu?
Evet. Ben toplumcu gerçekçilik diye akım var, bunu yapayım diye düşünmemiştim, zaten siyaseten aidiyet duyduğum sınıfların yanında oldum,
sözümü bu taraftan söyledim bu da tarihsel olarak var olan bir akıma - toplumcu gerçekçilik akımına denk düştü.
Emekçilerin yanında oldunuz, ama bir sınıfın içerisine girmek, hayatlarına tanık olmak, fikirlerini öğrenmek bir fotoğrafçı için kolay değil. Bu güveni nasıl sağladınız?
Karabük’te Çelik-İş sendikasının 137 gün süren büyük eylemi vardı. Sosyalist kimlikli fotoğrafçılar olarak onların yanında olmak istedik.
Hatta yeni biten bir sergiden elde ettiğimiz ufak bir meblayı da onlara götürmüştük ama orada hiç sıcak karşılanmadık. Alay edenler bile vardı. Biz buna çok bozulmuştuk.
Ama anlaşıldı ki bir gazetede iki gün önce bir eylemci fotoğrafı yayınlanmış. Yumruğunu kaldıran kadının kolunda birkaç bilezik görünüyor.
Verilen imaj şu “Fakiriz diyorlar ama kollarındaki altınlara bak!” tabi burjuvazi algı değiştirmeye de çalışıyor hep yaptığı gibi. O sebeple de işçiler oldukça mutsuz,
gazeteci ve fotoğrafçılara güvenemiyorlar haliyle. Bizler de haliyle mutsuz olmuşuz, işçilerin yanındasın ama kimse yüzüne bakmıyor! Tabi eylem büyük, çevre ilçelerden işçilere erzak geliyor;
makarna, bisküvi şu bu. Devrek belediyesi de yollamış bir kamyon. Ama işçiler kamyonu boşaltmıyor. Kimisi açlık grevinde, kimisi bağırmaktan yorgun düşmüş.
Bu arada ben de arkadaşlarıma “Madem bir işe yaramıyoruz bari kamyonu boşaltalım da işe yarayalım” dedim. Kamyonu boşaltmaya başladık.
O zaman anladık ki biz onların arkadaşları olduk. Tüm işçiler yanımıza geldi. Farklı bir ilişki o anda kurulmuş oldu. Artık onlar için kibirli fotoğrafçılar değildik.
Hepimiz işçi olmuştuk. Yine bir miting olmuştu Karabük’te. İki polisin arasında yumruğunu kaldırmış işçi fotoğrafım İngiliz demir çelik işçilerince “Sınıfın Öfkesi” olarak tanımlandı.
Dünyada duyuldu. Bu ve benzer şeyler beni iyice yüreklendirdi. Artık işçilerden birisiydim, işçilerle birlikte yatıyorum kalkıyorum, onlar bana çekimlerimde önerilerde bulunuyor vesaire.
Hatta sonrasında bana da aralarında para toplayıp iyi bir makine almışlardı.
Alınabilecek en büyük hediye olmalı bu. Bir de uzun bir yürüyüşünüz var değil mi?
İzmir Belediye işçileri ile Ankara’ya yürüyoruz. Günde 40km yürüyorduk karda. Kimse yürümekten vaz geçmiyordu. Hatta ayakları yaralanan bile ambülansa binmezdi ki alaya alınmasın.
Benim de sağ ayağım oradaki donmadan dolayı sakattır ama asla yürümeyi bırakmadık.
Tayyip Erdoğan’ın da o dönemlerde bir grevde çekilmiş fotoğrafı var, acaba “Durmak yok yola devam” sözünü sizden mi öğrendi?
Herhalde, bizden öğrenmiş olmalı (gülüyoruz). Bu ve buna benzer çok şey oldu. Zamanla işçiler arasında tanındım sevildim. Bu gün artık hepsi beni tanır.
Bazen üzüntü de yaşadık. Kaybettiğimiz madenci arkadaşlarımız oldu, yakılan aydın dostlarımız oldu.
Sivas katliamında da oradaydınız.
Evet. Ben oraya İzmir Belediye işçilerini anlatan bir sunum yapmak için gitmiştim. Ama hepimizin bildiği şeyler oldu.
Hem çatışmak, hem kurtulmak hem de fotoğraf çekmek bir anda oldu. Savaşın içerisinde kalmıştık.
Fotoğrafçılığın cesaret gerektiren noktasını orada en üst düzey haliyle orada yaşamışsınız sanırım. Bir de yargılanan fotoğrafınız oldu değil mi? Kara mizah bir hikâyesi var.
93 yılında faili meçhullerin, gözaltında kaybedilmelerin önünün alınmadığı bir dönemdi. İnsanların satırlarla, baltalarla birbirini öldürdüğü,
hizbu kontra’nın faaliyetlerinin yoğun olduğu dönemdi. Şırnak’a insan hakları derneği olarak bir otobüsle gittik. Şırnak resmen hayalet bir kent olmuş. Bizler de fotoğraf çekiyoruz, mermiler, yıkık binalar falan.
Ama çektiğim fotoğraflar bana hitap etmiyor. Derken orada bir çocuk gördüm, yanında ailesi, namlular gibi üzerine doğrultulmuş objektiflere korku dolu gözlerle bakıyordu. Çocuğa yaklaştım ve gözlerinin fotoğrafını çektim.
Gittiğime değen bir fotoğraf olmuştu. Daha sonra devlet bana dava açtı. Yok Leyla Zana’nın gözleri, Mazlum Doğan’ın gözleri yok bilmem kimin gözleri falan derken saçma bir süreç oldu.
Tabi aslında devletin amacı buralara yaklaşan insanları korkutmaktı. Ama diğer yandan devlet bir fotoğrafı da yargılamış oldu.
Yakın dönem çalışmalarınızdan da bahsedin isterim.
2000’li yılların sonlarına doğru bireysel çalışmalarımı daha çok grup çalışmaları olarak yapmaya başladım. 2006’da AFSAD’da belgesel grubu kurdum.
2007’de AFSAD’da 7. Belgesel Fotoğraf Sempozyumu’nu gerçekleştirdik. O güne değin tek tük olan belgesel çalışmalar o tarihten sonra ivme kazandı. Dergiler çıktı, dernekler kuruldu, çalışmalar yaygınlaştı.
Fotoğrafa yeni bir soluk gelmiş anlaşılan. Fotoğraf için bir duruş olmuş bu, değil mi?
Aslında biz var olanı açığa çıkarıp örgütlemiş olduk. Çok şey gün yüzüne çıkartılıp paylaşıldı, bu açıdan çok önemli bir dönemdir.
O dönem belgesel fotoğrafçılık olarak mı toplumcu gerçekçi belgesel fotoğraf olarak mı çalışmalarınıza başladınız?
İlk yıl belgesel olarak başladı, daha sonra toplumcu gerçekçi belgesel fotoğraf olarak ismini koydum. Yılların birikimi ve duruşuyla da olması gereken zaten buydu.
Sosyalist gerçeklik demeyi daha doğru buluyorum ama bir şekilde toplumcu gerçekçilik ismi de yerleşmiş çoktan. Projeler için arkadaşlarımı eğittim, onlardan da bir şeyler aldım.
Eğitimlerimizde kendimize takım arkadaşları oluşturmuş olduk.
Ben de atölyenizin bir üyesi olmaktan gurur duyuyorum, bunu da belirtmek isterim. Peki nedir toplumcu gerçekçilik?
Bu dünya çok keskin uçlarda sınıflara ayrılmıştır. Bu sınıflar arasında kendimizi tanımlayamıyorsak boşuna yaşıyoruzdur. Ben birey ya da kolektif değilim. Kolektif bir bireyim.
Sosyalistler olarak bunu öğrenmeliyiz. Damlayız ama denizde bir damlayız. Ben varım ama benim gibi binlercesi de var. Amacımız toplumsal duyarlılığımızı sınıfsal duyarlılığa dönüştürebilmek
ve buradan yola çıkarak toplumsal gerçekliği açığa çıkartmak. Toplumcu gerçekçilerin asıl amacı dönüşümleri gerçekleştirmek, hızlandırmak, yardımcı olmaktır.
Başından beri amacımız da bu oldu zaten. Durduğumuz yerden toplumcu gerçekliği de fotoğraf üzerinde aktarıyoruz.
Projelerimizde mutlaka toplumsal bir soruna değiniriz. Projemizi projenin öznesiyle birlikte yaparız ve sorunda bir taraf oluruz. Fotoğrafı çekip gitmeyiz, sorunun düzeltilmesinde ön ayak oluruz.
Mesela kentsel dönüşüm rantına karşı Dikmen Vadisi’nde barınma hakkını savunan insanların yanında olduk ve projemiz BM Konut Hakkı Komiseri tarafından direnme hakkının gerekçesi olarak rapora kondu.
Şu an Cumartesi Anneleri ve Gözaltında kayıplar projesi üzerinde çalışıyoruz. Onları Cumartesi günleri lise önünde otururken çekmiyoruz sadece. Onların sorunlarını dinliyoruz, araştırıyoruz.
Gelecek aylarda proje çalışmamız bitecek ama devamında onların seslerini duyurmaya devam edeceğiz. Yine Diyarbakır’da gerçekleştirdiğimiz Surdibi Düşleri var.
Bir oryantalist gibi oraya gidip surları, insanları çekebilirdik. Ama bir yıl boyunca oradaki işsizliği, göçü, faili meçhulleri, kayıpları, ceza evlerini,
çocukları ve daha birçok şeyi kapsayan araştırmalar yapıp çalışmalar gerçekleştirdik. Şu an kitabımız ve sergilerimiz tüm ülkeyi dolaşmaya devam ediyor.
En büyük ilkemiz, “Değişim esastır”. Sen değişemiyorsan başkasını da değiştiremezsin. Bir konu üzerine eğiliyorsak o konuda değişmeyi de kabul etmişiz demektir.
Eğer bir Cumartesi Annesi kadar yaralanmıyorsak onun acısını da anlayamayız. Onların fedakârlıklarını bilmiyorsak bir sureti çekip altına tarih atmış-kayıt altına almışsınız bir farkı kalmaz.
Evet belki o da olmalı. Ama bizim işimiz bu değil.
Herhalde yaşadığımız yeri unutmamak gerekiyor. Dediniz ya “oryantalist olmamalı” diye. Bu coğrafya bizim, o anneler de bizim aslında. İşin içine girmek, taraf olmak da bu galiba.
Kendi yakınımızın acısını fotoğraflamayız sadece, ona kol kanat da germek isteriz. Toplumcu gerçekçi fotoğrafçılık da biraz bu galiba.
Kapitalizmden nefret ediyorum. İnsanlığın geleceği kapitalizmi yok etmekte yatar. Kimisi bunun için isyan eder, kimisi şiir yazar, taş atar, yazı yazar. Ben de fotoğraf çekiyorum, bu kadar basit…
Bu gün daha çok fotoğraf konuştuk ama siz iyi de bir şairsiniz-sadece fotoğraf çekmiyorsunuz.
Şiir de hayatımıza dair; kavga, aşk, yenilgi, dram… Hepsi hayatımıza ait ve ben bu öyküleri şiirle dile getiriyorum.
Engels geleceği görenlerin şairler olduğunu söyler. Ben bir gelecek görüyorum ve geleceğimiz bu ülkenin sosyalist bir ülke olduğudur. Geleceği gördüğüm için de kendimi ayrıcalıklı hissediyorum.
Sizden duyacak ve öğrenilecek çok şey var, ama burada bitirelim. Eminim ki daha pek çok kez bir araya geleceğiz.
Çalışmalarınızın daha çok tanınması hayalini kurduğumuz geleceğe hepimizi bir adım daha yaklaştıracak. Çok teşekkürler.
Cizre'nin Gözleri
Sınıfın Öfkesi
Tekel Direnişi
Maden Ocağı Direnişi