birkaç arkadaş eski söyleşi ve röportajlardan da istemişti.... ona binaen yolluyorum paylaşım olması adına...
Büyükşehir Belediyesi merkezli, İstanbul Gençlink Dergisi için yapılan söyleşinin tam metni... söyleşi 2010 kültür başkenti zamanlarına denk geldiği için ağırlık o merkezde seyretti...
(tasarımcının tasarımını beğenmediğim için pdf ve jpeg versiyonunu yüklememeyi tercih ediyorum.)
iyi okumalar...
-----------------
-----------------
Mustafa Nazif: “Hayat, akıp giden kareler bütünüdür. Bir kültür hazinesinin mirasçısı olarak onu belgelemek ve anlatmak, nefes almamın bir gerekliliğidir.”
Söyleşi: Yunus Emre Tozal – Emre Dinç
Kimileri için fotoğraf vazgeçilmez bir tutkudur. Fotoğraf sizin için ne ifade ediyor?
Elbette tutku olmadan bir şeyi başarmak zor. Suyun bile taşı delmede bir tutkusu vardır, azmi vardır. Adına tutku diyelim, devamlılık, süreklilik diyelim bu unsurlar olmazsa eğer, bu işi yapmanız çok zordur. En basitinden bir mekân çekimi yaparken bile, bir dergiye 5 tane fotoğraf koyacaksanız yeri geldiği zaman 200 tane fotoğraf çekiyorsunuz. Bu 200 fotoğrafı çekerken şekilden şekle giriyorsunuz, üşüyorsunuz, yoruluyorsunuz. Bu anlamda tutku olmadan bu işi yapabilmek, çok kabul edilebilir bir şey değil. Hayat benim için akıp giden kareler bütünüdür ve fotoğraf çekerken, akıp giden hayatın içinden enstanteneler yakalamaya çalışıyorsunuz. Yani hızla akan hayatı, ağır çekim yaşıyorsunuz bir anlamda. Bir saniye içinde gözünüzün önünden onlarca kurgu geçiyor. Boynumuzda asılı olan bir fotoğraf makinesi sürekli olmasa bile, gözümüz sürekli fotoğraf çekiyor. Gözünüz bir anlamda objektif olduğu için hayattan sürekli kareler alıyorsunuz. Bu kareler daha sonra başka karelerde vücut buluyor diyebiliriz.
Fotoğraf sanatı aynı zamanda belgeleme sanatıdır da. Sanatınıza bu açıdan yaklaştığınız oluyor mu?
Sektörel fotoğrafçılıkta da fotoğrafçılık önemli. Mesela doğa fotoğrafçılığı yapıyorsunuz. Bu da bir belgemedir. Çünkü umarsızca yok ettiğimiz bir doğa var, çektiğiniz bir kareyi bir sonraki sene ya da birkaç ay sonra tekrar çekeceğinizin garantisi yok. Şu an biraz daha korunur durumda fakat bir dönem tarihi eserlerin ya çok eski fotoğrafları var ya da hiçbir fotoğrafı yok. Yani o eserlerin adları var, yerlerine ya yüksek gökdelenler yapılmış, ya da ne olduğu bile belli değil. Bu açıdan yaklaştığımızda sanatımızın önemi de daha belirginleşiyor. Tabii gönül isterdi ki yok edilmeye maruz kalmasın fakat ne yazık ki, hayatı pratiği bu şekilde işlemiyor.
Fotoğraflarda uygulanan dijital müdahaleler hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Her fotoğrafa dijital müdahale yapılmalı mıdır? Hangi fotoğraflarda dijital müdahale yapmak, hangilerinden yapmamak başarılı neticeler getirir?
Fotoğrafı nerde kullandığınıza bağlı bu. Kimi fotoğraf vardır, fotoğraf makinesinden çıktığı şekliyle kullanılır, ama öyle fotoğraflar da vardır ki, baskıda kullandığınız kâğıda, kâğıdın cinsine göre bir takım oynamalar yapmanız gerekir. Diyelim çektiğiniz fotoğraf mürekkebi emen bir kâğıda basılacaksa, fotoğrafın tram değerleriyle oynamak zorundasınız ki basıldığında karşınıza çamur gibi bir görüntü çıkmasın. Parlak kuşe bir kâğıda basılacaksa ya da selefon atılacaksa oynamaları ona göre yaparsınız. Ama bu oynamalar, fotoğrafın genel bütünlüğünü bozmaz. Sadece açıklık, koyuluk, kırmızılık gibi kontrast ayarlarıyla oynarsınız. Çalıştığınız matbaa eğer %10 açık basıyorsa siz fotoğrafı %10 koyu hale getirip yollarsınız bunun tersi de söz konusu olabilir. Manipülasyonlar elbette ki dijital müdahalenin dışında kalır zaten buna karşıyım. O tamamen tasarım ve grafiksel boyutta kazanılmış bir ivmedir ve zaman zaman gereksinim de duyulabilir. Fakat o çalışmalara fotoğraf diyemeyiz.
Fotoğraf çekmenin felsefi arka planı var mıdır, varsa öz olarak nedir? Yani fotoğraf çekerken, sanatsal boyutu dışında sizi düşündüren, fotoğrafa bakanların düşünmesini istediğiniz bir boyut söz konusu oluyor mu?
Görsel sanatlarla uğraşan insanların zaten bir yaşam felsefesi olduğu kabul edilebilir bir gerçektir. Bu gerek fotoğrafta, gerek resimde olsun, hayata bakışı da beraberinde getirir. Bu hayata bakışınızı eserlerinize kendi özgün üslubunuzu da koyarak yansıtırsınız. Fotoğraf için de aynı şey geçerlidir, bu sizin hayat prensibinizle, nelere önem verdiğinizle ilgili. Örneğin ben tarihe âşık bir insanım, çekimlerimde insana dair izlenimlerim olsa da genelde tarihi unsurlar, tarihi öğeler görebilirsiniz. Her fotoğrafçı fotoğrafında kendi bakışını, felsefesini işler. Ben de daha çok korumamız gereken bir tarihimiz olduğunu işliyorum. Dört ayrı kültürün birleştiği ve yaşadığı İstanbul’da yaşıyoruz. İstanbul kendini bir nebze koruyabilmiş ama biz İstanbul yaşayanları olarak daha fazla korumamız gerektiğini düşünüyorum. Yani sahip çıkmalıyız ve neye sahip çıkmamız gerektiğini de bir şekilde fotoğraflarla göstermek istiyorum. Böylelikle kültürel olarak hem İstanbul’un tanıtımını yapıyorum, hem de insanlara bu tarih ve kültür bilincini aşılamayı ümit ediyorum.
İstanbul fotoğraflarınız yurt dışında birçok yerde yayınlandı mesela en son Amerika illonis üniversitesi’nde Avrupa Birliği destekli bir projede yer aldığını hatta projenin afiş çalışmalarında da sizin fotoğraflarınızın kullanıldığını biliyoruz. Bunun yanında Avustralya’da, İspanya’da, Amerika’da İstanbul fotoğraflarınız biliniyor ve rağbet var. Peki, bu rağbetin İstanbul’a getirileri nelerdir? Sizce fotoğraf yeteri kadar aksiyoner bir kimliğe sahip midir?
İstanbul fotoğraflarını özellikle çekiyorum. İlgi görüyor olması, aksiyoner kimliği olmasının delilidir aynı zamanda. İstanbul’u seviyorum her şeyden önce ve bana göre Türkiye’nin kalbidir İstanbul. Özellikle İstanbul vurgusunu yapıyor olmamın sebebi de budur. Bugün dünyanın öbür ucundan eğer İstanbul fotoğraflarınıza talep varsa ve insanlar beğenilerini dile getirip, gelip görmek istediklerini söylüyorsa size; bu aynı zamanda rağbet’in fiziksel yansımasıdır. Ben aynı zamanda İstanbul’da yaşayan insanların, bu kültürden bîhaber yaşadıklarını varsayarak fotoğraf çekiyorum. Çünkü İstanbul’da yaşayan, 20–25 sene önce İstanbul’a göçen hâlâ Sultanahmet’in, Ayasofya’nın hangisi olduğunu bilmeyen insanların varlığından haberdarım. Hatta İstanbul’da doğmuş, büyümüş; Babası ve dedesi de İstanbul’da olup da, hala bu iki yapıyı bilmeyen kişilerle dahi tanıştım. Onlara fotoğraflarımdan yolladım. Karşılığında “ne kadar şanslısın, ne çok yer görüyorsun” cevabını aldım. Ya da Yeni Camii’ye gitmenin sadece güvercinlere yem atmaktan ibaret olmadığını anlatabilmeliyim, her gün önünden geçtiği yapının içini bir kez olsun görmesini sağlamalıyım. Bu kültürde yaşayıp da bunlardan bîhaber yaşamak bana biraz garip geliyor. Her ne kadar fotoğraflarımla bu yapıları onların ayaklarına kadar getiriyor olsam da, işaret ediyor ve diyorum ki: “işte budur, senin kültürün ve bakıp görmedin tarih”.
“Her fotoğrafın bir hikâyesi vardır ve o hikâye akıp giden zamanın içindedir.”
Bir Çin Atasözünde, "bir resim, bin kelimeden daha değerlidir" şeklinde bir anlam var. Büyük fotoğraf ustası Bresson, "fotoğraf çekerken, insanın aklı, gözleri ve yüreği aynı hizaya gelir" diyor. Siz bir nevi zamanı dondurmuş oluyorsunuz an´lık kareler halinde. Fotoğraf ve zaman arasındaki ilişkiyi açıklar mısınız?
Çinlilerde resim sanatı çok önemliydi. Denilir ki eski kılıç ustaları aynı zamanda hat ustalarıydı. Fotoğrafçının işi hayatı karelemektir bir anlamda. Hikâye yaşamın içine kapanan çocuğudur ve siz o hikâyeleri gün yüzüne çıkartırsınız. Bu anlamda her fotoğrafın bir hikâyesi vardır ve o hikâye akıp giden zamanın içindedir. Sanat, zaman’dan uzak bir kavram değildir, bilakis zamanla iç içe yaşar. Yüz yıl öncesinden size seslenir, sizden sonra yüz yıl daha insanlara seslenecektir ve bu silsile devam edecektir. Çünkü sanatın evrensel ve güzel bir yanı vardır, insan ruhunu okşar. 100 sene önce hayattan çalınmış bir kare, 100 sene sonra bakıldığında da aynı duyguyu verir, bu ilişki edebiyat ve şiirde de vardır. Sanat ve zaman arasındaki ilişki bu anlamda kopmaz bir bağla bağlıdır ve her zaman kendisini sıcak tutar.
Sanatçı eserlerini oluşturduğu süreçte, bilinç ve bilinçdışı arasında içsel ve dışsal anlık yoğunlaşmalarla yıpranabilir. Yıprandığınız bir anı bizlerle paylaşır mısınız?
Öncelikle zaten farkına varmadan çok yıpranıyorsunuz. Kafanızda aynı anda onlarca düşünce, fikir çözülmeyi ve insanlara ulaşmayı bekliyor. Bazen 4–5 aynı projeyi bir arada yürütüyorsunuz, bunun için gecelerinizi, gündüzlerinizi veriyorsunuz. Bununla birlikte, Fotoğraf çekerken sürekli dolaştığınız için birçok şeyle karşılaşıyorsunuz. Dilenen insanları çekerken, onlara bakarken ruh haliniz başkadır ya da çöpten ekmek bulmaya çalışan çocuğu fotoğraflarken. Ben bunu en çok Eyüpsultan’da yaşadım; Son model Mercedes marka bir arabanın yanında çöp bidonu duruyordu, çöp bidonundan içilen bir çayın posalarını çıkartıp yiyen bir çocuğun fotoğrafını çekmiştim. İkisi de aynı karede, Mercedes ve çöpten içtiğimiz çayın posalarını yiyen ve çöp toplayan bir çocuk. Tabi bunu çekmek çok hoş bir durum değil. Ama hayatın ikilemi bu işte. Bu ikilemi yaşarken objektifin her iki tarafındaki ruh halini de aynı anda yaşıyorsunuz.
"Kötü ve üzücü olayları" estetik kaygıyla fotoğraflamanın sizin açınızdan tarifi nedir?
O tarz fotoğrafları çekerken yaptığımız şey şudur; çok hızlı bir şekilde çekip olay yerinden uzaklaşmak. Yani o duruma daha fazla şahit olmamak; bir savaş muhabiri düşünün örneğin. Bir günde yüzlerce bomba yağıyor ama o savaş muhabirinin görevi fotoğraf çekmek. Ya fotoğraf makinesini bırakıp her şeyiyle o insanlara yardım edecek, ya da çektiği fotoğraflarla yüzlerce insanın bilinçlenmesini sağlayacak. Meşhur bir akbaba fotoğrafı vardır. Sudan’da çocuğun ölmesini bekleyen akbabayı çekmişti Kevin CARTER ve PULİTZER Ödülü’nü kazanmıştı. Çocuk emekleyerek 1 kilometre ötedeki Birleşmiş Milletler yemek kampına gitmeye çalışırken arkasındaki akbaba çocuğun ölmesini bekliyor. Fotoğrafı çeken Kevin CARTER fotoğrafı çektikten sonra ayrılıyor. Kimse çocuğa ne olduğunu bilmiyor. Fotoğrafçı Kevin CARTER 3 ay sonra depresyona giriyor ve intihar ediyor. Meşhur Vietnam fotoğrafı vardır bilirsiniz, napalm bombasından kaçan çıplak bir kız çocuğu. O fotoğrafı çeken fotoğrafçı da vicdan azabı çektiğini söylemişti. Tabi çıldırmamak, etkilenmemek, hayata sitem etmemek mümkün değil. Kendinize lanet edecek noktaya kadar dahi gelebiliyorsunuz. Eğer siz çektiğiniz fotoğrafla insanları bilinçlendirebilirseniz, bu sizde az da olsa rahatlama vesilesi oluyor. Objektifin arka tarafı var, sanatçı duyarlılığı var bir de önünüzde cereyan eden içler acısı bir yaşam var. Bir doktor ceset görmeye alışkındır ama fotoğrafçının alışkanlığı yoktur. Her defasında o acıyı hisseder. Şu var: Neyi nasıl çekeceğimiz konusunda artık otonom hale geldiği için fotoğrafçı her şeyi kurgulamıştır. Fotoğraf makinesini eline almamız, o fotoğrafı nereden nasıl çekeceğimizi kurguladığımız anlamına gelir.
Ağırlıklı olarak mekân çekimleri yapıyorsunuz. Fotoğraflarınız Nasıl tepkiler alıyorsunuz? Yurt içinden, yurt dışından aldığınız tepkiler nasıl?
Evet, ağırlıklı olarak mekân çekimleri yapıyorum. Özellikle İstanbul fotoğraflarım çok beğeniliyor. Teşekkür mailleri, mektupları geliyor sürpriz hediyeler alıyorum. İllonis sergisinin afiş fotoğrafları da benim çektiğim fotoğraflardı ve özellikle talep edilen bir şeydi. Yeni Zelanda’da bir Kültür Evinde yayınlanan 40 İstanbul fotoğrafıma gelen beğeniler sebebiyle, İstanbul’u görmek için gelenler olmuştu örneğin. Sürekli üzerinde durduğum bir konunun ilgi görüyor olması, aynı zamanda da İstanbul’un tanıtımın yapılması, benim ve sanatım için çok güzel bir şey. Zannedersem bu insana bütün yorgunluğunu unutturuyor.
2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul ile alakalı üzerinde çalıştığınız projelerinizden bahseder misiniz? Eğer 2010 bir fotoğraf ile anlatılsa sizce bu fotoğraf ne olmalıdır?
2010’a, 5 büyük İstanbul projesiyle hazırlanıyorum. Projelerin taslakları hazırlandı, prototip baskıları ve sunumları yapıldı. Metinleri de aynı zamanda alanlarında uzman olan akademisyenler tarafından hazırlanıyor. Bu metinler İngilizceye ve Almancaya da çevriliyor. Projeler prestij yayınlar olacak ve profesyonel bakış açısıyla çekilmiş sanatsal İstanbul fotoğrafları katalogları olacak. Aynı zamanda önemle üzerinde durduğumuz konu, sadece fotoğraf kataloğu olmaması yani aynı zamanda o fotoğraflar hakkında tarihsel bilgiler de vermeyi hedefliyorum. Bu anlamdaki çalışmamı da profesyonel bir şekilde yürütüyorum. Konular hakkında araştırmalarda bulunmuş, tez, doktora ve üniversitelerde ilgili bölümlerde bölüm başkanlıkları yapan akademisyenlerle dirsek temasım var. Metinleri onların hazırlamalarının daha uygun olduğunu düşündüm. Ortalama google bilgileri ve derlemeleri ile çıkan yayınları gördükten sonra projelerin aslında öneminin ne kadar fazla olduğunu anlıyorsunuz. Örneğin X isimli yapı hakkında bilgi aradığınız zaman ortalama bulabileceğiniz bilgiler hep aynı. Hatta kurulan cümleler, metinler bile aynı çünkü sürekli bir kopyalama söz konusu ve bilgiler doyurucu değil. Bunun yanında her çalışmada akademik bilgiler dışında bir de “seyir defteri” olacak ki, bu bölümde de benim sanatsal bakış açım ve gözlemlerimle alakalı notlar da olacak. Ben hem görsel anlamda zengin hem de içerik bazlı doyurucu eserlerin altında imzamın olmasını istiyorum. Bunun için verebileceğim 24 saatim var ve gerekirse bunu vereceğim.
İstanbul her yazara, ressama, sanatçıya ilham veren büyülü bir şehir. Her sanatçıya ayrı bir rayiha sunan İstanbul, size hangi kokuyu sundu? Siz İstanbul’dan hangi rayihayı alıyorsunuz?
"Eğer dünya tek bir ülke olsaydı, başkenti İstanbul olurdu" diyor Napolyon. İstanbul çok özeldir benim için, İstanbul’a dair çektiğim fotoğraflar da özeldir. “Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta; ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum!” diyor Necip Fazıl. Burada bir isyan söz konusu. Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum derken, çektiği çileyi anlatıyor şair. Bu aynı zamanda hayata ve İstanbul’a bir serzeniştir, çiledir. Hayat prensibi dedik ya, sanatçı işte bu acıları yaşayandır, şiiri acının kemiğe dayandığı yerde aradığım gibi, sanatı da aynı yerde arıyorum. Benim hayatımda İstanbul’un yeri böyledir. Bir cami fotoğrafı ya da sadece mekân resimleri çekmiyorum, hayat sadece mekân fotoğraflarıyla sınırlı değil, o mekânın içinde yaşayan ruhlar var.
Yani, mekânlar da ruhsuz değil?
Elbette ki; Bir cami fotoğrafı çekiyorsam, bu cami nasıl yapıldığından tutun, o yapının tarihinde kimlerin gelip geçtiğine kadar yüzlerce şey aklınızın içinden geçiyor. Aynı zamanda bir sanat abidesi ile bire bir tanışma imkânını yakalamışsınız, o eserin içinde onlarca ayrı sanat dalında eserler de var, bir anlamda onları da sanatsal üslubunuzla yakalamaya çalışıyorsunuz. Oyma kabartma sanatına da böyle başladım. Tarihsel yapılar üzerindeki o nakkaşâne oyma kabartmalar beni büyülemişti örneğin. Neden yapmıyorum diye sordum kendime, elime çekici ve keskiyi aldığım tarih bu soru ile başlar. Dört sergi de oyma kabartma sanatı üzerine oldu. Yüzleşmek istemediğiniz kareleri de var İstanbul’un. Fotoğraf çekerken bunları da yansıtıyorsunuz. İstanbul’dan aldığınız rayiha, tat, bunların bütünü belki de. Envai çeşit lezzetlerin olduğu bir sofra düşünün. Hangi lezzeti alacaksınız? Elbette ki bütününü...
Bresson "İyi fotoğraf insanın gözünü, beynini ve yüreğini bir doğru üzerinde birleştirmesiyle olur" der. “İyi fotoğraf” sizce nedir?
Her insan yüzlerce Kız Kulesi fotoğrafı çekmiştir. Özellikle bazı Kız Kulesi ve Galata Kulesi fotoğraflarımın yut dışından istek alması, bunların özellikle sergilenmesi istenmesi benim için bu tanıma uyuyor. Gözümün, yüreğimin, bakış açımın, düşüncemin, bakan gözlerle aynı noktada birleştiğini hissediyorum. İstanbul fotoğrafları için taşıdığım kaygı bu. Yani 10 kişiden biri fotoğrafı beğenmemişse benim daha çok çalışmam gerektiğine inanıyorum. “İyi fotoğraf” dedikten sonra alta maddeler halinde çok şey sıralanabilir ama genel olarak şunlar söylenebilir: Teknik alt yapısı kuvvetli, geometrisi yerli yerinde, vermek istediğinizi anlatan fotoğraflar genelde iyi fotoğraflardır.
“Sultan Abdulhamid’in fotoğrafçısı olmak isterdim.”
“Keşke orada olsaydım ve fotoğraflasaydım... ” cümlesinin devamını getirebilir misiniz?
İstanbul’un fethini fotoğraflamak isterdim. Sonra 1946lara İstanbul Boğazı’nın donması var. İnsanların karşıdan karşıya yürüyerek geçtikleri anı fotoğraflamayı çok istemiştim. Abdulhamid İstanbul fotoğraflarına çok önem vermiştir. Abdulhamid’in fotoğrafçısı olmak isterdim mesela.
Aynı zamanda şiir de yazıyorsunuz. Sizin Candide adlı şiir kitabınızın çıktığını biliyoruz. Fotoğraf ve şiir mükemmel bir ikili oluşturuyor insanın gözünde. Birbirini tamamlayan şiiriniz ve fotoğrafınız var mıdır, bizimle paylaşır mısınız?
Buna birçok yerde rastlıyorum. Yani bir şiirim alıntı yapılmış üstüne bir fotoğraf konmuş. İnsan elbette ki ruh haline uygun şiirleri daha çok benimsiyor ve zannedersem fotoğraf seçimini de ona göre yapıyor. İnsanlar şiirle fotoğrafı yan yana görmek istiyorlar. İkisini aynı gördüklerinden değil, aynı karede görmek isteyişlerinden dolayı. İkisinin beraber çok güzel bir ifade biçiminin olduğunu düşünüyorlar. Şiir zaten kendi başına bir anlatıdır, Fotoğraf da zaten başlı başına bir şiirdir.
Bir sanatkâr olarak, genç yaşta kalem tutarken, şiirler yazarken zaman içinde elleriniz deklanşörün esiri olmuş. Kalemde mi, yoksa deklanşörde mi atıyor kalbiniz? Fotoğraf için taşıdığınız kaygıyı şiir için de taşıyor musunuz?
Kalbimin her ikisinde de attığını söylemek benim için çok güç değil. Candide 21 yıllık yazı hayatımın meyvesi. Meyvelerin hasat zamanı olacak tabi. İlk kitap olması sebebiyle Candide önemli. Çünkü pek denenmemiş bir tarz ile okuyuculara merhaba dedi. Candide’nin günümüz dilinin biraz dışına çıktığına inanıyorum. Benim yazım tarzımla alakalı bir şey bu. Baktığını görmeyen insandan daha kör, duyduğunu anlamayan insandan daha sağır olan insan var mı? Biraz da o tarafa işaret etmek isteyişimden dolayı o sancıyla yazı hayatında ürünler verdim. Şiir bir anlamda insanlarla aranızdaki en büyük ortak paydalardan birisi. Yani hissettirdiği duygulardan ötürü bu paydadan söz edebiliriz. Bunun içindir ki, görsel sanatlar gibi, işitsel ve sözel sanatlar da önemli. Şiirin; görsel, işitsel, müzikal ve aynı zamanda sözel bir yanı var. Bu anlamda, güzel bir fotoğrafla bütünleştirmeniz çok doğal bir sonuç. Birleştirmeseniz bile kafanızda bir fotoğraf canlanabilir.
Yakın zamanda Mustafa Nazif okurlarını ve takipçilerini bekleyen yeni çalışmalar nelerdir?
2009 yılı benim için yoğun bir yıl olacak. Öncelikle hedeflediğim 5 büyük prestij kültürel katalog çalışmam var. Bunun yanında ikinci şiir kitabımı da çıkartmayı düşünüyorum. Fotoğraf eğitimi ve teknikleri ile alakalı bir yayınım daha olacak. Yani 99 yılında 7 eserle daha insanlara merhaba demeyi düşünüyorum. Tabii 5 prestij yayınların ikisi Türkçe olarak çıkmayacak. Bu iki proje de tamamen yurtdışı odaklı projeler, İngilizce ve Almanca olarak çıkartmayı düşünüyorum. Türkiye’nin yurtdışı tanıtımında önemli bir yeri olsun istiyorum bu iki projenin, bu yüzden çok çalışmam gerektiğini düşünüyorum.
Son olarak Dergimiz gençlik odaklı ve üniversite öğrencilerinin de takip edeceği bir dergi. Fotoğraf kulüplerinin üyelerine bu konuda tavsiyeleriniz nelerdir?
Tavsiyem şudur: İyi fotoğraf makinesinden daha çok iyi bakan bir gözün öneminin olduğunu unutmamaları. Fotoğrafçı, fotoğraf çeken kişi aynı zamanda iyi bir gözlemcidir. Gözlem yeteneği ve bakış açısı gelişmiş kişilerin fotoğraftaki etkinliği daha fazla olmakta. Bu açıdan baktığımız zaman hayatın daha çok içine girmek gerek diye düşünüyorum. Öncelikle göz bebeklerinin bir objektif olduğunu unutmamalı ve kendi fotoğraflarının eleştirmeni olmaktan da çekinmemeliler. Temel ve geometrik bilgilerini aldıktan sonra, bol pratik fotoğrafta iyi bir noktaya getirebilir insanı.