Bölüm 1
Karar verme ve yola koyulma zamanı
Aslında kafamı çokta toparlayabilmiş değildim –ki hala değilim-, lakin kısada olsa sessiz sakin bir tatile ihtiyacım vardı. Daha önce hiç kamp yapmamış olmamdan ve bundan sonra da pek fırsat bulamayacağım fikrinden mütevellit bir iki hafta kadar çadır kurarak, göl veya deniz kenarında huzurlu birkaç gün geçirme hayali içerisinde idim. Böyle bir plan oluşurken kafamda, duş, elektrik, beslenme vs. gibi birçok soruda dolaşmaktaydı.
Ankara’da sıcak, bunaltıcı ve sıradan bir Cumartesi günü, bir arkadaşın doğum gününü kutlamak üzere evde toplandık. Keyifli bir sohbetin ardından, orada bulunan iki arkadaşın önümüzdeki hafta için Bozcaada’dan başlayarak usul usul güneye doğru inme fikrine şahit olduktan sonra, acaba bende dahil olsam mı sorusuna yanıt vermek için 2 günüm vardı ve fazlaca düşünmeden Çarşamba gecesi apar topar eşyalarımı toplayarak yolculuğun özneleri arasına katıldım.
Önümüzde kat edilmesi gereken 715 kilometre ve zihnimde Çanakkale’ye dair yıkılması gereken tabular vardı. Gece 01.30 sularında hareket ettikten yaklaşık bir buçuk saat sonra, direksiyona geçtim. Gün içerisinde pek dinlenemeyerek, 2-3 kahve desteği ile yola koyulan ben, zaten günlük kahve tüketim miktarımın, ortalama 3-4 bardak civarında olmasından, aynı zamanda arabada neredeyse hiç çıt çıkmamasından, giderek gevşemekte ve şimdiden sevdiceğimi özlemle anmaya başladım. Bursa’ya gelmeden 60 km öncesinde bir an için 2-3 saniye kadar da olsa gözlerimin kapandığını fark ettim ve en yakın benzinlikte direksiyon başından kaçarak uzaklaştım. Saat sabahın 5’inde eski ve kullanılmaya bir benzinlikte, gri Suzuki kamyonet sahibi göbekli amca, aslında bize sorulmaması gereken bir sual ile yanaştı. “ Gençler İstanbul’a hangi yoldan çıkarım?” her sıkıştığımızda olduğu gibi telefondan google maps tarifi ile 100 metre sonra dönüp çevre yoluna girmesi gerektiğini belirttik ancak fark ettik ki çoğu zaman olduğu gibi maps yine bir krize yol açmış ve amcayı bambaşka diyarlara uğurlamışız yardım edelim derken. Uyuyabileceğimi düşünürken havanın yavaştan aydınlanmasıyla pekte başarılı olamadım. Artık güneş daha da yükselmeye ve sıcaklıkla beraber yolculuk daha da kasvetli bir hal almaya başladı.
Bölüm 2
Alesta Tramola
Huzurlu ve dingin bir hayat sürebilmek için, hayatımdaki belirsizlikleri mümkün olduğunca azaltmaya çalışıyorum. Şimdiye kadar da üzerinde çok kafa yorup, nispeten başarılı olabildiğimi düşünüyorum. Bununla paralel, fotoğraftaki net olmayan alanlar ise, hayattakiler kadar rahatsız etmiyor beni; teknokratların net alan dayatmasına karşı bir duruş refleksi de olabilir, kişisel bir tercihte, alt metninde ne var bu tercihin çok kestiremiyorum.
Bozcaada’ya geçmek üzere binilecek vapur/feribot (bu ikisi arasında ki ayrımı bozkırda harman olmuş biri olarak hiçbir zaman ayırt edemeyeceğim sanırım, sürekli bir ikilem yaşıyorum telaffuz ederken), her saat başı Geyikli İskelesi’nden hareket etmekte. Eğer senede üç beş defa tatile çıkmıyor isem, -ki maalesef çıkamıyorum-, tatil psikolojisi, bu süreçte geçen her zaman dilimi konusunda hassasiyetimi arttırıyor, ve kayıp zamana tahammül edemiyorum. Dolayısıyla mümkün olduğunca en erken sürede gidilecek yerde olmak, sabah güne erken başlamak, temiz havayı ve denizi azami sömürmek istiyorum (sömürünün tek meşru hali).
Artık saat 8.02 ve Geyikli’ ye 110 kilometre uzaklıktayız. Zorlasak 9’da feribottayız, yollar giderek daralıyor ve 34 plakalar “çok sevdikleri” trafiklerini farklı coğrafyalarla ve bizlerle paylaşma konusunda oldukça cömertler. Yok, yok 10’da biner, zorlasak kahvaltıya bile yetişiriz diyorum, (oda kahvaltıya 75 lira veriyor isek kahvaltının yeri çok daha önemli oluyor), neyse ki 10 buçukta Geyikli’ de, güzel bir kahvede kaşarlı ve sucuklu yumurta ile açlığı giderip, saatin 11 olmasını bekliyoruz. Arabayı adaya geçirmemeye karar verdik, daha önce Bozcaada’yı tecrübe etmiş bir dost, sokakların darlığından, park sorunundan vb. sebeplerden dolayı arabasız gitmenin daha konforlu olacağını belirtiyor, ruhsat sahibinin de aklına yatıyor ve tüplü 96 model Toyota Corolla XL, bizi yeniden ağırlayacağı günü beklemek üzere iskelenin bu tarafında, zeytin ağacının gölgesinde dinlenmeye koyuluyor. Şimdiye kadar dolaştığım sahillerde deneyimlediğim kadarıyla, genellikle, denize girilecek koyların güzelliğiyle, orayı tercih eden insanların yoğunluğu, ters orantılı olmaktaydı. Bu sebeple, Bozcaada’ya dair Ekşisözlük’ ten derlediğim yazıları cebimden çıkarıyor, yeniden göz atıyor ve bakir koyların düşündüğüm gibi arabayla ulaşılabileceğinin tasdik edildiğini okuyorum. Ancak sesimi cılız da olsa çıkaramıyorum, çünkü benim karşı oyum, hüküm üzerinde bir değişikliğe yol açamayacak. Artık saat 11’i gösteriyor, feribotta ki yerlerimizi çoktan aldık.
Bölüm 3
Oda, kahvaltı, ve çok daha fazlası
Eski dost, feribotun kıç tarafına üç ayağını kurmakla meşgul. Oldum olası martı, manzara gibi fotoğraflara yakın hissetmedim kendimi. Güneş neredeyse tam tepede, ışık tüm gücüyle denize ve etrafınızı çevreleyen her köşeye saldırıyor. O fotoğraf peşinde koşarken, bense 50x70’lik Sigara İçilmez Uyarı Levhası’na sinsice bir gülümsemeyle selam verip, feribotun kuytu köşelerinde “soluğu” alıyorum. Gördüğüm manzara çokta iç açıcı değil, adaya dair ne varsa bu açıdan, bom “boz”, alabildiğine sarı ve kahverengi tonları hakim, neyse ki adaya beton yığınları tecavüz etmemiş, gri görmektense, buna da razı gözlerim. Perspektif kendini kanıtlama telaşında, geçen her bir dakika adayı giderek heybetli bir hale getiriyor. Adettendir diye makineyi kapıp üç beş kare pozladıktan sonra, eşyaları toparlayıp karaya flip flop marşıyla ayak basıyoruz. İşte bu andan sonra hiçbir şey eskisi gibi değil artık, ne Çanakkale’ye dair tabu kalıyor, ne sıcak, ne de başka bir şey.
Arnavut kaldırımlar, eski tabureler, rum evleri, begonvillerin kokusuyla etrafınızı çevreliyor ve sizi içine çekiyor. Ellerimizde bavullar, ağzımızı ayıra ayıra geçtiğimiz sokaklara hayran bakışlar savurarak aparta doğru ilerliyoruz. Bundan yaklaşık 15 sene önce buraya tatil için gelmiş; gezmeyi, güzel yemeği, ve şarabı seven iki sevgili, hayatlarını birleştirip buradan küçük bir ev alıyorlar. Gel zaman git zaman evlerini yenileme isteği ile birlikte üç katlı, küçük bir bahçesi olan ve adadaki en güzel manzaraya sahip binasını aslına uygun şekilde inşa ettiriyorlar, 5 odalı bu güzel apartın içinide kendilerinin kalmaktan huzur ve mutluluk duyacakları şekilde tasarlayıp minimalist çizgilerle tasarladıktan sonra, çiçek gibi evlerine, Petunya tabelasını asıp, artık misafir ağırlamaya ve hikayelerini, reçellerini misafirleri ile paylaşmaya başlıyorlar.
Bölüm 4
Limon var mı?
Sol tarafımızda Meryem Ana Kilisesi’nin çan ve saat kulesi, sağ tarafımızda Alaybey ve avlusunda küçük bir mezarlığıda barındıran Köprülü Mehmet Paşa Camii’ lerinin minareleri tam karşımızda ise masmavi bir deniz ve ağır ağır, Marmara’ya, Karadeniz’e yük ve petrol taşıyan gemiler karışılıyor bizleri küçük balkonda. Kahvelerimiz kurabiye eşliğinde geliyor, nereden geldiğimiz ve kısa bir kişisel özgeçmiş sunumuzun ertesinde Evren pötikareli, bende bol çiçekli şortları çekip, ayazma dolmuşuna binmek üzere Arnavut kaldırımları arşınlıyoruz. Diğer arkadaş ise çift kişilik yatağında kestirip,bir süre dinlenmeyi tercih ediyor. Beş dakikalık yürüme mesafesinden sonra, kişi başı üçer lira vererek, 10 dakikalık Ayazma yolculuğumuz başlıyor.
Minibüs şöförü Eyvah Eyvah’tan fırlamış gibi, ya da film ondan fırlamış; bu ikileme çok bulaşmadan şezlong, şemsiye haracımızı verip, kendimizi suya atıyoruz, lakin vücut tepkime gösterip çatlayacak mı diye beklerken, buz gibi suya alışıp, tertemiz denizin tadını çıkarıyoruz. Ayazma’da 4-5 tane yer var yemek yerken, bir şeyler içebileceğiniz lakin yer bulabilmek pek kolay olmuyor, Tenedos’ta mavi sandalyeleri çekip bir masaya çörekleniyoruz. Evren önce sabah 5-6 arası açan bilmem ne çiçeğinin yaprakları doldurularak yapılan, bilmem ne dolmasını ve balığını sipariş ediyor, bende salatayla öğleyi geçiştirmeye karar veriyorum. Dolma ve balık geliyor ancak yarım saat geçiyor benim salatayı ne gören ve ne de duyan, hatırlatıyoruz ve on beş dakika kadar kısa bir süre sonra salatama kavuşuyorum arkadaşım yemeğini bitirip üçüncü birasını yudumlarken. Limona olan sevdam çok uzun soluklu, e salatada limonsuz olmaz; bir deri bir kemik, gömlek, kumaş pantolon ve geçici üç hilal dövmeli garsona “limon var mı?” sorusunu yöneltiyorum, o da var diyor, hata bende ki var mı diye soruyorum, eğer “limon getirir misin?” deseydim, salatayı sindirmeden önce kavuşabilirdim belki o iki dilim lime.
Her şeye rağmen ada, sünger gibi içine çekiyor, bünyede ne sinir kalıyor garsona yöneltilebilecek, ne de herhangi bir stres..Yeniden denize girip, gazetede okunacak kenar,köşe bırakmadıktan sonra akşam yemeğimizi yapmak üzere merkeze alış-verişe gidiyoruz.